Bugun...


Misafir Kalemler

facebook-paylas
DİLLER VE RENKLER ALLAH’IN AYETLERİNDENDİR!..
Tarih: 10-11-2023 13:26:00 Güncelleme: 10-11-2023 13:26:00


Ali KAÇAR

“Göklerle yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir” (Rum Suresi, 30/22)

Bilindiği gibi insanlık tarihi Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva ile başla¬mıştır. Hz. Âdem (as) ilk insan ve gönderilen Peygamberler zincirinin de ilk halkasını teşkil etmektedir. Allah’u Teâlâ’nın bütün Peygam¬berlerine gönderdiği dinin ortak adı İslam’dır. Yani Hz. İbrahim’e gön¬derilen din de, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya ve Hz. Muhammed (as)’a gönderilen dinin adı İslam’dır. Her Peygamber döneminde Peygam¬berlerin getirdiği mesaja uygun yaşayanlara da Müslüman ismi ve¬rilmiştir. Al-i İmran (3/19) Suresin¬deki “Allah katında din İslam’dır” ayeti ile Hacc (22/78) Suresinde¬ki ‘Bundan önce de bunda da sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi’ ayeti bunu teyid etmektedir. Bu dinin en önemli belki de tek ama¬cı, insanları kula kulluktan kur¬tarıp, tek ilah olan Allah’a kulluk etmeye davet etmektir. Zaten, her Peygamber de bu amacın/davetin gerçekleşmesi için gönderilmiştir. Kimi Peygamber bu davetin neti¬cesinde devlet olabilmiş, kimisi de çok uzun mücadelesine rağmen devlet olamadan ömürlerini ve Pey¬gamberlik görevlerini tamamlamış¬lardır. Ama her Peygamber üzerine düşen görevi aksatmadan gereği gibi yerine getirerek bize güzel bir örneklik bırakmıştır. İlk peygamber Hz Âdem (as) de böyledir, 950 se¬nelik mücadelesine rağmen devlet olamamış Hz. Nuh (as) da böyledir ve son Peygamber Hz. Muhammed (as) de böyledir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olarak davetlerini ve görevlerini tamamlamışlardır. Biz Müslüman¬lara düşen en önemli görev ise, bu kutlu/mübarek insanların metodu¬na ve yöntemine uygun davranış ortaya koyabilmektir. Ancak, bu takdirde Allah’tan rahmet ve mer¬hamet bekleyebiliriz.

Kâinatı ve içindekileri yoktan var eden Allah’tır. Kadir-i Mutlak olan Allah ezel ve ebed’tir, başı ve sonu yoktur. Çünkü başı ve sonu olan her varlığın yaratılması ve ölmesi mukadderdir. Dolayısıyla yaratılan her varlık, uzun ya da kısa, ama mutlaka, Allah tarafın¬dan kendisi için belirlenen bir ömür kadar yaşar. Bu ömrü bir saniye uzatmak ya da öne almak müm¬kün değildir. Allah’ın yarattığı var¬lıkların içerisinde sadece insanlara ve cinlere akıl yani mükellef olma görevi verilmiştir. Bu iki varlık (in¬san ve cinler), Allah’ı bilme, tanı¬ma, O’na gereği gibi ibadet etme ya da etmeme konusunda muhayyer bırakılmıştır. İşte insana melek¬lerden de üstün olabilme özelliği-nin verilmesinin nedeni de budur. Yine, göklerde ve yerde olanların tümünün insanın emrine verilmesi de insanın bu özelliğindendir (Ca¬siye, 45/13). Bundan dolayı Allah’u Teâlâ Zâriyat Suresi’nin 56. ayetin¬de de belirttiği gibi ‘insan ve cinler sadece Allah’a ibadet etsinler diye yaratılmışlardır.’ Ama bunun için de iman etmeleri hususunda insan¬lara zor kullanılmamış, tam tersine serbest bırakılmışlardır. Nitekim bir ayette ‘ dileyen iman etsin, dileyen küfretsin’ (Kehf, 18/29) denilmek suretiyle de insan ve cinlerin zorla Müslüman yapılmalarının söz ko¬nusu olmadığı belirtilmiştir. Zaten ‘Dinde zorlama yoktur’ (Bakara, 2/256) ayetinin de anlamı budur. Allah’u Teâlâ, kâinatı da içindeki¬lerini de tek başına yaratmıştır. Ya¬ratmadan dolayı ne zamana, ne de başka bir gücün yardımına ihtiyacı olmuştur. Çünkü O, ‘bir şeye ol de¬diği zaman, o şey oluverir.’ (Yasin, 36/82) Aksi halde, kâinatta yaratıcı olarak birden fazla ilah bulunmuş olması gerekirdi ki, bu da yine bir ayetin tabiriyle “yerin ve göğün fe¬sada uğramasına” (Enbiya, 21/22) neden olurdu.

Kâinatı tek başına yaratan güç, çok karmaşık bir yapıya sahip olan biz insanları da tek başına, üstelik sadece bir erkek ve dişiden yarat¬mıştır. Bu nedenledir ki, bizler in¬sanlık ailesi olarak bir ana ve bir babadan gelmekteyiz. Bugün yer¬yüzünün çeşitli yerlerine dağılmış ve çeşitli din, dil ve renklere sahip olan insanların tamamı aynı ana ve babadan gelmektedir. Atamız tektir, o da Hz. Âdem (as)’dır!.. Dolayısıy¬la yaratılış bakımından aynı aileye mensub olarak dil yönünden, renk yönünden ve ırk yönünden birbiri¬mizden farklılığımız ve üstünlüğü¬müz yoktur. Her insan yaratılışta fıtrat olarak eşit ve denktir. Zen¬ginlik ve fakirlik, güzellik ve çirkin¬lik ya da ırk farklılığı bu eşitlik ve denkliği bozamaz. Nitekim Hucurat Suresindeki ayette “Sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Tanışasınız, bilişesiniz diye de şubelere ve kabi¬lelere ayırdık. Allah indinde en ke¬remli, en takvalı olanınız, Allah’tan en çok korkan ve sakınanlarınız¬dır!” (49/13) buyurulmaktadır. Ayetten de anlaşılacağı üzere biz¬ler bir tek dişi ve erkekten yani Hz Âdem ile Hz. Havva’dan türemişiz. Dolayısıyla Türkler de, Kürtler de, çingeneler de, Rumlar da, Araplar da, Arnavutlar da, Ermeniler de ve daha sayamayacağımız nice ırk, dil ve renkteki insanlar aynı ana ve babadan gelmektedirler. Yine ayetten anlaşılacağı üzere ‘birbirle¬riyle tanışmaları ve bilişmeleri için’ farklı kabile ve kavimlere ayrılmış olmamız da Allah’u Teâlâ’nın tak¬dir ve tecellisi neticesinde gerçek¬leşmiştir. Yine bu ayetten anlaşıla¬cağı üzere insanların birbirlerinden üstünlükleri ırk, renk ve dil farklı¬lıklarından kaynaklanmamaktadır. Allah indindeki üstünlük sadece ve sadece takva ile yani Allah’a olan yakınlıkla, Allah’a karşı olan ibâdi görevleri yerine getirip, getirme¬mekle mümkündür. Demek ki ırk, renk, dil farklılığı ya da zenginlik ve fakirlik, güzellik ve çirkinlik gibi farklılıklar üstünlük için bir vesile değildir. Üstünlük ancak ve ancak takva iledir.

DİLLER VE RENKLER ALLAH’IN AYETLERİNDENDİR!..

Kur’an-ı Kerim –temelde- in¬sanları iki kategoride değerlendir¬mektedir; iman edenler ve iman etmeyenler diye! Kur’an-ı Kerim, İman edip gereğini yerine getiren-leri cennetlik, iman etmeyip küfür, nifak ve şirk içerisinde ömrünü tamamlayanları ise cehennemlik olduklarını belirtmektedir. Dola¬yısıyla, Müslümanlar da dâhil hiç kimse, Kur’an-ı Kerim’de belirti¬len bu ayrımın dışında insanları yeni kategorilere ayırma hakkına sahip değillerdir. Tersine, Kur’an-ı Kerim’in bu ayrımını kabul ederek, buna göre davranmaları Allah’a ve O’nun ayetlerine olan teslimiyeti gösterir. Bunun dışındaki bir ayı¬rım; özellikle de renklere, dil ve ırk¬lara göre yapılan ayırım İslami an-layışın dışında, hatta İslam’ın red¬dettiği cahili bir ayırım olur. Çünkü dil ve renklere göre ayırım hem geç¬miş ve hem de günümüz cahiliyesi¬nin başvurduğu bir yöntemdir. “Dil ve renkler Allah’ın ayetlerindendir” (Zümer, 30/22) ayeti de bunu teyid etmektedir. Yani dil ve renkler bir üstünlük, bir ayrıcalık aracı değil, Allah’ın varlığının, otoritesinin bir delilidir. Ayrıca, “Ancak Mü’min’ler kardeştir” (Hucurat, 49/10) ayeti, aynı ana ve babadan ya da aynı renklerde, aynı coğrafyalarda ve aynı ırklarda gelenleri değil, sadece ve sadece Mü’minlerin/Müslüman¬ların kardeş olduğunu belirtmekte¬dir. Yani tevhid bayrağının altında bulunan bütün insanların kavim ve kabile, ya da dil, ırk, renk, soy sop gibi benzeri başka herhangi bir ayırım gözetmeksizin kardeş olduklarını ifade etmektedir. Tev¬be suresinde (9/23) “Babalarınız ve kardeşleriniz küfrü imana ter¬cih etmelerine rağmen onları dost edinmeyin, kim onları dost edinir¬se, onlar zalimlerin ta kendileridir” buyururken, Mücadele Suresi’nde (58/22) de “İman edenlerin, Allah ve Resulüne düşman olanları dost edinmezler; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri ve ister aşiretleri olsun!” buyurmakta¬dır. Yine, Hz Nuh (as)’ın inanmayan oğlu ile ilgili ‘o benim öz ailemden¬dir, ona mağfiret et’ (Hud, 11/45) duası üzerine Allah’u Teâlâ’nın ‘Ey Nuh! O, senin ailenden değildir” (Hud, 11/46) ikazı da, İslam aki¬desinin Müslüman’ın düşüncesini ve içinde yaşadığı toplumun değer yargılarını belirleyen yegâne ilke/ leri ortaya koymaktadır. Bu ayet¬ler, kardeş olmanın, üstün olmanın ırkla, soy-sopla, renkle ve hatta ak¬rabalıkla olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu ayetler, Allah’a ve O’nun gönderdiği Kur’an’ı Kerim’e ve Peygamber’e iman etmiş, ben de Müslüman’ım diyen herkesi bağla¬yan ayetlerdir. Ben Müslüman’ım diyenlerin bunun dışında başka bir yol ve yöntem aramaya ya da icad etmeye hak ve yetkileri yoktur. De¬mek ki, üstünlük ancak ve ancak Allah’a olan yakınlıkladır. Renk¬lerin, dillerin ve ırkların üstünlük aracı olarak değerlendirilmesi ca¬hiliye adetlerinden başka bir şey değildir.

BEYAZIN SİYAHA, SİYAHIN DA BEYAZA BİR ÜSTÜNLÜĞÜ YOK¬TUR!..

Hz. Peygamber’in (as) de bu ko¬nudaki uyarıları, bu ayetleri, bizler tarafından daha da anlaşılır hale getirmektedir. Resulullah (sav) veda haccındaki hutbesinde şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar; dikkat edin, Rab¬biniz birdir. Hiçbir Arap’ın Arap ol¬mayana üstünlüğü yoktur ve hiçbir Arap olmayanın da hiçbir Arap’a üstünlüğü yoktur. Siyah renkte olanın hiçbir beyaz renkte olana, beyaz renkte olanın ise hiçbir siyah renkte olana üstünlüğü yoktur. Üs¬tünlükler ancak takva iledir. Şüphe¬siz ki, Allah katında en değerliniz, Allah’tan en çok sakınanızdır…” (Beyhaki)

Yine başka hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır:

“Asabiyet (kavmiyetçilik¬milliyetçilik) davasına kalkan, onu yapmaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir. Bu dava üzerine ölen de bizden değildir.” (Ebu Davud, Edep, 121, 5121)

“Kim cahiliye davasında (kav¬miyetçilikte-milliyetçilikte) bu¬lunursa cehenneme iki dizi üzere çökmüş demektir.” Dediler ki, “Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa, namaz kılsa da mı?” “Evet! Cevabını verdi; oruç tutsa da, namaz kılsa da…” (Hakim, Müstedrek, 4/298)

“Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler…” (Bez¬zar)

Örnek nesil Sahabe döneminde de, bu konularda bir Müslüman’ın nasıl davranması gerektiğini belir¬ten ilginç örnekler vardır. İran’dan Selman beyaz derili, Rum ırkından Suheyb ve Habeşistan’dan siyah derili Bilal olmak üzere üç değişik ırktan üç Müslüman’ın toplandığı bir meclise, Kays bin Mutatebe is¬minde bir Arap girdi ve bu üç kişiye “yabancı” diye hitap etti. Peygam¬ber (sav) buna çok kızdı ve:

“Hepinizin babası birdir; hepini¬zin din’i birdir. Ve kendisiyle övün¬düğünüz Araplık ne annenizden ne de babanızdandır. (Yani Âdem (as) ve Havva hepinizin babası ve annesidir)” buyurdu.

Sahabeden Ebu Zerr Hz.lerinin, derisinin rengi siyah olan Hz. Bilal’e, insanlık hali, bir gün, ‘Ey zenci oğlu (veya siyah kadının oğlu)’ diye hitap etmesi karşısında, bunu işiten Hz. Peygamber’in ona, ‘Ey Eba Zerr, sende hala Cahiliyet kalıntıları görmekteyim, kendini onlardan temizle!’ buyurmuştur.

Bu ayet ve Hadis-i Şerifler, Müslüman’ın davranış şeklini belir¬leyen temel nasslardır. Hiçbir Müs¬lüman bu nassların dışına çıkma hakkını kendinden göremez. Kim bu nassların dışında, bu nassların öngörmediği birtakım nitelemelere giderse, onun Müslümanlığı tartış¬malı hale gelir. Çünkü bu konudaki değiş(tirile)mez temel ölçüyü ko¬yan Allah’tır ve O’nun resulüdür. Mü’mine düşen görev ise ona iman etmektir. Çünkü mü’min olmak, Allah’a ve Resulüne şeksiz şüphe¬siz iman etmeyi gerektirir (Hucu¬rat, 49/15)

Dolayısıyla bu ayet ve Hadis-i Şerifler üstünlüğün ancak ve ancak ‘takva’ ile olacağını belirtirken biz Müslümanlara ne oluyor ki, insan¬ları renklerine, ırklarına, dillerine, doğdukları topraklara, yaşadıkları coğrafyalara, zenginliklerine ve fa-kirliklerine göre bir ayrıma tabi tu¬tuyoruz. Bu cahili davranışlara na¬sıl ve ne zaman kapıldık? Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslami uygulamalardaki bütün eksiklikle-rine rağmen ırklar arasında böyle bir ayırım yapılmamış, her ırk ken-di dilini, kültürünü yaşaması en¬gellenmemişti. Üzülerek belirtelim ki bu denge (de), Cumhuriyetin ku¬ruluşu ile birlikte bozulmuştu. Ve ne yazık ki, Cumhuriyetle birlikte dil ve ırk farklılığı zulmün bir ara¬cı haline dönüştürülmüştü. Oysa Milli Mücadele denilen dönemde, dini mübin uğruna emperyalist kâfirlere karşı mücadele edilirken, Mustafa Kemal dâhil hiç kimse, ırk, dil ayrımını gündeme getirmemişti. Hatta Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ve Cumhuriyet dönemi bo¬yunca tu kaka edilen Kürtler, Milli Mücadelenin başlangıcından Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar ülkenin iki asli unsurundan biri olarak kabul edilmekte idi. Musta¬fa Kemal’in çeşitli vesilelerle ve Lo-zan görüşmelerinde de İnönü’nün konuşmalarına bakıldığında bu açıkça görülecektir. Ancak her ne oldu ise, Lozan’ın imzalanması ile birlikte oldu. Resmi ideoloji bu imzadan sonra Kürtleri dağda kar üzerinde yürürken ayaklarının çı¬kardığı kart kurt sesinden dolayı bu ismi aldıklarını, oysa Kürtlerin de köken olarak Türk oldukları te¬zini resmi olarak en üst düzeyde iş¬lemeye ve topluma dayatmaya baş¬lamıştır. Bu çerçevede rejim, Şeyh Said’in, tamamen İslami endişeler¬le başlattığı kıyamı, iç kamuoyuna Kürtçü, dış kamuoyuna ise irticai bir kalkışma olduğu propagandası yapmakla, bu konudaki çifte stan¬dardını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur. Bundan amaç ise, böl¬geye ve Kıyama yönelik gerçekleşti¬rilecek katliamı iç ve dış destekten mahrum bırakmaktı. Nitekim bun¬da, başarılı da olundu.

KÜRT’ÜN TÜRK’E, TÜRK’ÜN DE KÜRT’E BİR ÜSTÜNLÜĞÜ YOK¬TUR!..

Müslüman açısından Kürt de, Türk de, Arap da ve diğer ırklar da Allah’ın ayetlerindendir. Bir Müslüman, hiçbir zaman, Allah’ın resulü’nün ayaklarımın altında dediği asabiyet duygusu ile diğer ırklara yaklaşamaz. Dolayısıyla Müslüman nezdinde her türlü Mil¬liyetçilik, ırkçılık; bu, Kürtçülük olabilir, Türkçülük olabilir, Arapçı¬lık olabilir, gayri İslami’dir! Bir kişi bu anlayışı kabullenmedikçe, içine sindiremedikçe gereği gibi Müslü¬man olamaz. Çünkü Türk olmak bir insanın elinde olmadığı gibi, Kürt olmak da, Çingene olmak da, Arnavut olmak da insanın elinde değildir. Hiç kimse doğacağı yeri, coğrafyayı, anasını, babasını, ırkı¬nı, rengini, dilini –doğmadan ön¬ceden- sipariş etme hakkına sahip değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir diyen bir kimse Afrika’nın en geri kalmış kavme mensup siyahî bir anadan ve babadan ya da çinge¬ne, Ermeni veya bir başka ırktan olan bir anadan babadan dünyaya gelebilirdi. Bu, nasıl onun için bir nakısa/eksiklik değilse, Türk ola¬rak dünyaya gelmek de onun için bir üstünlük/fazilet vesilesi olma¬malıdır. O halde Müslüman açı¬sından, Müslüman olan bir Kürt, Müslüman olmayan bir Türk’ten, Müslüman olan bir çingene ya da Ermeni, Müslüman olmayan bir Kürt’ten, bir Türk’ten, bir Arap’tan üstündür. Ben Müslüman’ım diyen bir kişi, bu anlayışı hazmedeme¬dikçe, içine sindiremedikçe gereği gibi Müslüman olamaz; isterse beş vakit namazını hiç kaçırmasın, her sene hacca gitsin!.

Yukarıdan beri anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Müslüman¬lar olarak bizlerin, Türkçülüğü esas olan rejimi de Kürtçülüğü esas alan PKK’yı da kabullenmemiz mümkün değildir. Bu çerçevede, resmi ide¬olojinin propagandaları ile bütün Kürtleri PKK’lı ya da Marksist/Le¬ninist PKK’nın propagandaları ile bütün Türkleri de Kürt düşmanı görme ve gösterme yanlışlığına da düşmemeliyiz. Kürtlerde de, Türk¬lerde de, PKK’nın ve egemen siste¬min yaptıklarından memnun olma¬yan, hatta karşı çıkan, muhalefet eden binlerce/milyonlarca Kürt ve Türk vardır. Aslında bu topraklarda yaşayan Müslüman halk açısından Kürtçü, Marksist, Leninist, Batıcı, İslam düşmanı ve laik bir örgüt olan PKK ile yine Türkçü, Batıcı, İs¬lam düşmanı, laik olan egemen re¬jim arasında çok fazla bir fark yok¬tur. Üstelik PKK’nın kuruluşundan itibaren bugüne kadar egemen sis¬temle/derin devletle işbirliği içinde olduğu, bugün herkes tarafından, düne nazaran daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Hatta son ey¬lemlerin PKK, ABD’deki neo-con’lar ve neo-con’ların içerideki uzantı¬ları/derin devlet işbirliği ile sahne¬lenmekte olduğu da Kürt-Türk bir¬çok uzman tarafından yazılmakta ve çizilmektedir. Yoksa Abdullah Öcalan’ın savaş talimatını içeren mektupları, dört bir tarafı deniz¬le çevrili ve askeri koruma altında çok sıkı korunan bir cezaevinden, Kandil dağındaki PKK’lıya nasıl ulaşabilir? Herhangi, sıradan bir cezaevinden bırakın dışarıya, bir koğuştan diğer koğuşa okunmadan ve üzerine ‘görülmüştür’ damgası vurulmadan bir mektubun koğuş dışına çıkması mümkün mü?

MÜSLÜMAN KÜRTÇÜ DE, TÜRKÇÜ DE OLAMAZ!..

Bir Müslüman Kürtçü olamaya¬cağı gibi Türkçü de olamaz! Eğer olursa, bu, bunca ayet ve hadisin inkârı, yok sayılması anlamına ge¬lir. Allah’ın rızasını uman, cenne¬tine girmeyi arzulayan ve bunun için mü’mince bir hayat yaşama gayreti içerisinde olan bir kimse, asla ve asla ırkçı, kavmiyetçi ve milliyetçi olamaz! Zaten dağa, taşa yazılan ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ ya da ‘ne mutlu Türk’üm diyene’ türü ırkçı söylemlerle ülke bugün bir ayrışma, bir bölünme aşama¬sına getirilmiştir. İşin üzücü yanı ise ülkenin içinde bulunduğu bu ayrışma/bölünme ortamı, bir taraf¬tan PKK tarafından, diğer taraftan da Genelkurmay Başkanlığının 27 Nisan 2007’deki korsan bildiri¬sinde “ne mutlu Türk’üm diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes Tür¬kiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” sözleriyle daha da körüklenmektedir. Türkiye’de Kürtlerin de, Türklerin de, Çerkez¬lerin de ve daha birçok ırktan insa¬nın boğazından kesilen paralarla ayakta olan bir kurumun bu ırkçı yaklaşımı, asla kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Askeri vesayetin egemen olmadığı ülkelerde, bu tür bir yaklaşımı sergileyen görevliler, siyasi otoriteler tarafında bir gün bile görevlerinde durdurulmazlar. Ancak Türkiye gibi askeri oligarşi¬nin egemen olduğu ülkelerde, bu tür görevlerde bulunanlar –ne yazık ki- taltif edilmektedirler. Hal böyle olunca böyle bir anlayışın egemen/ baskın olduğu bir ülkede kaotik ortam sona ermez, akan kan da durdurulamaz. Çünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu bu kaotik ortam bu ırkçı, şoven anlayıştan ve akan kandan beslenmektedir. Aslında işin gerçek yanı, Kürt ve Türk şo-venizmi birbirinden beslenmekte¬dir; birinin varlığı, ancak diğerinin varlığı ile mümkündür. Bu nedenle Türkiye’de Kürt şovenizminin şaha kalktığı dönemlerde, mutlaka Türk şovenizmi de ona paralel olarak şaha kalkmaktadır.

Resmî ideolojinin ırkçı, şovenist ve inkârcı dayatması, düne kadar bir arada ve kardeşçe yaşayan halkları birbirine düşman haline getirmiştir. Bugün Kürt ve Türk düşmanlığının temelinde yatan bu şovenist ve ırkçı tavırlardır. Bu nedenle, Türkiye’de, Kürt ve Türk probleminden önce bir rejim problemi vardır. Bu problem halledilmeden ne Müslümanların ne Kürtlerin ve ne de Türklerin hu¬zur bulması mümkün değildir. Bu problem, Kürtçülük yapılmakla ya da Türkçülük yapılmakla da çözü¬lecek bir problem değildir. Bu prob¬lem ancak, zihinlerini her türlü ırk¬çı, şovenist pisliklerinden temizle¬miş, İslami ilkeleri esas alan Müs¬lümanlar tarafından çözüme ka-vuşturabilir. Zihinlerini Kürtçülük, Türkçülük pislikleriyle kirletenlerin ise çözümden ziyade çözümsüzlük ürettikleri, bugün, akıtılan kandan, öldürülen binlerce masum insan¬dan, insansızlaştırılan köy ve ka¬sabalardan, yakılan ormanlardan anlamak mümkündür. Dolayısıyla Müslümanlar öncelikle zihinlerini PKK’nın ve resmî ideolojinin ırkçı ve şovenist kirliliklerinden mutlaka temizlemelidirler. Genç Birikim, Sayı: 102-Kasım/2007

gencbirikim.net



Bu yazı 121 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI